Happy Happy

Happy Happy

9 Ağustos 2016 Salı

Keywest!


“En uzakta olma” duygusu size ne hissettiriyor? Bendeki hissi; bağlandığı yerden kurtulmuş bir balon gibi süzülerek gökyüzüne çıkıyormuşum gibi sanki. İşte bu yüzden hep bu kaçıp kaçıp gitmelerimiz. Uçup uçup dönmeyecekmiş gibi uzaklaşmalarımız... Dönerken geriye getirdiğimiz ise hep daha çok gitme arzusu… Bu cümleler uzar gider, en iyisi sizi daha fazla ruhumun derinliklerinde boğmadan, konumuza döneyim.:)

Bu seneki rüya tatilimiz Amerika’yaydı bildiğiniz gibi. Bayram tatilini de bağlayıp, Florida’ya 12 günlük bol güneşli & bol denizli bir tur planladık. Deniz güzel de, güneş kısmı fenaydı, benim gibi yaz aşığı bir insanı bile canından bezdirecek sıcak ve nem vardı. Şimdiden gideceklere naçizane tavsiyem; Temmuz ve Ağustos Miami-Orlando için en sıcak aylar. Aman uzak durun!

İstanbul’dan Miami’ye indiğimiz gibi havalimanından aracımızı alıp direksiyonu Keywest’e kırdık. Yaklaşık 3.5 saatlik yolculuk sonrası Amerika’nın en güney uç noktası olan şirin kasaba Keywest’e ulaştık. Miami-Keywest yolu çok keyifli, yol boyunca iki tarafı denizle çevrili upuzun köprülerden oluşan ince yollardan geçiyorsunuz. Keywest’e gelene kadar pek çok tatlı kasabanın içinden geçip hepsine hayran kalıyorsunuz. Özellikle günbatımına denk gelirseniz, bu yol üzerinde harika bir manzara yakalayabilirsiniz. Önceden araştırıp, bu yol için bir playlist bile hazırlayan ben, bol bol fotoğraf çekip, manzaraya karşı müziğin keyfini çıkarttım. Size de kesinlikle tavsiye ederim :)



Dediğim gibi Keywest minnak bir tatil kasabası, kesinlikle yürüyerek gezilmeli, çok düzenli ve dümdüz. Hemen hemen her yere erişim çok kolay.

Küba’ya deniz yoluyla sadece 90 mil uzaklıkta olması Keywest’in her köşesinde Küba esintilerine rastlamanızı sağlıyor. Sokaklarda dolaşırken Küba kahvecileri ve puro dükkânları karşınıza çıkıyor.

Keywest’te neler yapılmalı, nerelere gidilmeli? Diye soracak olursanız, madde madde yazmak daha kolay olacak sanki:



-          Mallory Square: gün batımını izlemek için harika bir nokta. Her akşam turistler ve yerliler bu alanda toplanıp gün batımını izliyor.

-          Duval Street: Kasabanın en işlek tek caddesi. Sağlı sollu mağazalar, restoranlar, kafeler sıralanmış durumda.

-          Southern Most Point: haritaya göre Amerika kıtasının en güney uç noktasına denk gelen yer. Bu noktaya dikilen duba şeklinde bir yapı var ve herkes gidip önünde fotoğraf çektiriyor. Hatta bu duba kasabanın simgesi haline gelmiş. Her yerde magnetleri, minyatür figürleri vs. satılıyor.

-          Little White House: John Keneedy, Bill Clinton gibi Amerikan başkanlarının dönem dönem yaşadığı malikâne olur kendisi. Bence pek bir numarası yok, denk gelirseniz ya da önünden geçerseniz şaşırmayın diye yazıyorum.

-          US 1 yolu Amerika’nın doğu kıyısını kuzeyden güneye bağlayan kara yoluymuş. Yani Kanada’dan Keywest’e kadar olan hattan bahsediyoruz. İşte bu meşhur yolun sonu da Amerikalılar tarafından turistik bir simge ile belirlenmiş ve turistlerin uğrak yeri haline gelmiş. Bu noktada yolun bittiğini gösteren “end 0 mile” tabelası bulunuyor. Hatta bu tabelanın tam karşısında “End of the Road Souvenir Shop”(Yolun Sonu Hediyelik Eşya Dükkânı) adında bir turistik eşyalar satan bir dükkan bile var :)

-          Bunun dışında bizim gidemediğimiz ama çok duyduğum ve gidilmesi gereken bir yer de Ernst Hemingway’in bir dönem yaşadığı ve bazı romanlarına ev sahipli yapan meşhur evi.

-          Bu arada unutmadan yazayım; biz The Gates Otel’de konakladık ve aşırı memnun kaldık. Yepyeni ve tertemiz bir oteldi, konumu da çok güzeldi. Arabayla Keywest’in merkezine sadece 5 dk. uzaklıkta.

-          Belki sona kaldı ama en güzeli, enfes sahili ve harika denizi Keywest’i gönüllerde taçlandıran asıl neden. South Beach bizim favorimiz oldu.

Sizin de yolunuz Miami ya da Florida’nın güney taraflarına düşerse ne yapın edin bu tatlı kasabaya birkaç gün ayırın. Biz çok sevdik, çok eğlendik siz de gidin siz de sevin!








13 Mart 2016 Pazar

Paris ve yeni gözdesi Le Marais



Rüya şehir Paris, gökkuşağının renkleri kadar çok ve farklı tonda Paris*ler barındırıyor içinde. ‘Herkesin Paris’i kendine’ diyordu bir yazıda,  gerçekten öyle. Paris’e tekrar tekrar gelmek isteyişimiz de kendi Parisimizi her defasında yeniden yaşamak isteyişimizden...

Kim ne derse desin, Paris zamansız güzelliklerin şehri. Modası hiç bir zaman geçmeyecek klasik müzik eseri gibi her seferinde farklı bir yönüyle etkiliyor.


Çoğumuz için Paris kelimesi ve Eiffel Kulesi eşanlamlı sanki. Gustav Eiffel’in bu ölümsüz eserine o dönemin ileri gelen Parislileri ne kadar karşı çıksa da, şimdilerde dünyanın en fazla turist ağırlayan yapılarından biri olmuş bu demir kule. Şehrin farklı yerlerinde gezerken gördüğünüzde bile, uzaklardan etkiliyor sizi.

Belki 2.sırayı herkes için Champ Elysee ve Zafer Takı (Arc de triomphe de l'Étoile) alır ama nacizane favorim, şehrin sıfır noktası olarak kabul edilen ve tarih boyunca küllerinden doğan efsane yapı Notre Dame Katedrali’dir. Gece ışıklandırmasıyla Seine nehri kıyısındaki görkemli duruşunu görmeniz de  ayrıca tavsiye edilir.



Favori üçlünün son bacağı Paris’in en huzurlu ve en yeşil köşesi: Lüksemburg Bahçeleri (Jardin de Luxemburg) Paris gezinize sakin bir mola vermek isterseniz, rengarenk çiçekler, güzel heykeller, yemyeşil ağaçlar, ortasında bulunan göl ve fıskiyelerle süslü bu bahçede vakit geçirmelisiniz.

Kimselerin uğramadığı bir batalıklatan, şehrin en gözde semti haline gelen Le Marais, tarih boyunca farklı kültürlere ev sahipliği yapmış çok renkli bir bölge.

Le Marais, daracık sokakları, minik kafeleri, tasarım dükkanları, butik kitapçıları, vintage pazarlarıyla klasik Paris anlayışınızı değiştirecek bir semt. Fransızca’da “bataklık” anlamına gelen Le Marais bölgesi, eski yüzyılda gerçekten de bataklıkmış. Semtin yakınlarına Vosges Meydanı’nın inşaa edilmesi ve şehrin önde gelenlerinin buraya taşınmasıyla bölgenin değeri artmış.
Semtin bir diğer ev sahiplieri de Yahudiler. Le Marais pek çok sinagogu ve Yahudi derneklerini içinde barındırdığından, sokaklarda sıklıkla ortadoks Yahudilere rastlayabiliyorsunuz.  Bölgede Yahudilerin işettiği etnik dükkanlar, fırınlar ve restoranlar da oldukça yaygın. Restoranlardan bahsetmişken, Le Marais sokaklarındaki Falafel çılgınlığına değinmeden olmaz. Özellikle haftasonu tüm falafelcilerin önünde uzanan onlarca metre kuyruk görmeye hazır olun.


Le Marais’e gelmişken pek çok tarihi noktayı ziyaret edebilirsiniz. Picasso Müzesi, Ulusal Arşiv Müzesi, Place des Vosges, Victor Hugo'nun Evi, Saint Paul Kilisesi,  Hôtel de Sully, Carnavalet Müzesi gibi pek çok önemli yapıyı ve eseri bu bölgede bulabilirsiniz.

Le Marais sokaklarına birbirinden ünlü markaların, bölgeye özel açtıkları tasarım mağazaları görmek için bile uğranabilir. Bilinen bir çok markanın çok özel ürünlerini sergilediği bu konsept mağazalarda fiyatların biraz daha yüksek olduğu gerçek ama bu özel vitrinlere bakmatan zarar gelmez.

Bölgeye nasıl ulaşırım diye sorarsanız, tabiki Paris’in her yerinde olduğu gibi metro ile ulaşım en kolayı. M1 hattı üzerinde yer alan St. Paul veya Hotel de Ville duraklarından birinde inmeniz yeterli olacaktır. Zaten Le Marais semtinin sınırlarını bu iki durak arasında kalan bölge olarak düşünebiliriz.


Paris’te bir pazar günü için en doğru tercih Le Marais sokaklarında kaybolmak olur.

Pazar günleri Paris’in geneli büyük bir sakinlik içindeyken şehrin en canlı semti Marais. Pazar günleri neredeyse semtteki tüm magazalar, kafeler ve dükkanlar açık. Bu da Le Marais’i özellikle de Parisli gençlerin ve turistlerin buluşma noktası haline getiriyor.

Pazar günü kurulan ikinci el kıyafet ve antika pazarının da sevenleri çok. Antikaseverler sabah saatlerinde pazarın yeni gelen ürünlerini kaçırmamak için bölgeye akın ediyor.


Le Marais’te neler yapılır:

*Le Marais’in küçük vintage dükkanlarını gezin.

*Sokak müzisyenlerinin sesine kulak verin.

*Şehrin alternatif sanat galerilerine zaman ayırın.

*Yahudi fırınlarındaki faklı lezzetleri deneyin.

*Vosges Meydanı’nın çimlerine uzanıp kitabınızın keyfini çıkartın.


*Sandalyeleri sokağa taşmış bir kafede, kalabalığa aldırış etmeden kahvenizi yudumlayın.















21 Ocak 2016 Perşembe

Drink Me Eat Me



Bugün #tbt günü deyip anılara daldım yine... fotoğraflara bakarken içimden geldi, bir yazı yazayım dedim :)
Minik tatlı bir kafeyle tanıştırayım sizi; Londra'nın batısında Hammersmith bölgesinde şirin mi şirin bir konsept kafe burası.
İsmi de çok tatlı: Drink Me Eat Me. Pastel renklerle dekore edilmiş, vintage esintili bir huzur yumağı...
Ev yapımı kekler, kurabiyeler, turtalar tezgaha dizilmiş durumda. Kesinlikle çok davetkarlar!
Aynı zamanda bir oyuncak mağazası bu tatlı kafe. Birşeyler almadan çıkmak da çok zorlandım :)
Bu arada frozen yoğurtları da şahane...
Birgün Londra'ya giderseniz, benim için de gidip sokağa bakan pencere kenarı bir masada bir çay için.

Güzel bir gün dilerim herkese...

Sevgiyle..


http://drinkmeeatme.com/